Bütün gece tuhaf rüyalar görmüştü. Kâbus denemese de, bazen gördüğü rüyalar bütün gününü kötü geçirmesine yetiyordu. Kitlenip kalıyordu böyle günlerde. Aklı hep rüyasında kalıyordu. Uyandığı anda yine o günlerden birine başlayacağını anlasa da böyle bir lüksünün olmadığının farkındaydı.
İki aydır gecikme sürecine girmişti aldıkları proje. Kalktı. Bir sigara yaktı. İlk sigarası, kahvaltısı sayılırdı. Dizüstü bilgisayarını ve televizyonunu açtı. Hangi kanal olduğu, ekranda ne olduğu önemli değildi. Ses olsun yeterdi. Derin bir nefes çekip sigarasından, bilgisayarın yanındaki ağzına kadar dolu kül tablasına bıraktı. Birkaç dosyaya tıkladı bilgisayarda. Sonra bir nefes daha çekti sigarasından. Doğruldu. Televizyona döndürdü başını. Sanki ekranda ne olduğuna değil de televizyonun çalışıp çalışmadığına bakar gibiydi. Aklında, geciken projesi... Kalktı yerinden bir izmarit daha ekleyip kül tablasına. Duş aldı. Kurulandı. Üstünü giyindi. Evinin, arabasının anahtarını, cüzdanını, kol saatini, içi kâğıt dolu çantasını, bilgisayarını… Kısacası, hiç yanından ayırmadığı her şeyi alıp çıktı evden…
Şirkete vardığında, ortalıktaki o her günkü telaş ona tuhaf bir keyif verdi. Oradan oraya koşuşturan insanlar, telefon sesleri, uçuşan kâğıtlar… Ama en çok da klavye sesleri… Klavye sesi, nedenini bilmediği bir şekilde onu her zaman rahatlatmıştı… Hızlı adımlar eşliğindeki pratik selamlaşmalardan sıyrılıp odasına yöneldi. Şebnem, her zaman olduğu gibi eline aldığı klasörle önünü kesip o yokken arayanları, aramayanları, günün geri kalanında yapması gerekenleri, toplantıları sıraladı seri bir şekilde:
”Salih Bey aradı sabah erkenden, son yüklediğimiz versiyonla ilgili ciddi sıkıntılar varmış, bizimkiler de çözüm bulamıyormuş bir türlü sanırım. Detaya girmedi fazla. Sen gelince ileteceğimi söyledim. TDG’den aradılar… Yeni ürünlerini tanıtmak istiyorlar. Yarın öğleden sonrası için bir toplantı ayarladım. Şu alışveriş merkezi projesi için de yarın sabah görüşmek istiyorlar. İşi bize vermeye karar vermişler gibi. Tabi sen olmadan bana net bir şey söylemiyorlar. Mehmet Bey akşam beşte üst kurul toplantısı yapacağını söyledi. Hastane projesinin genel durumunu görüşmek istiyormuş. Dün akşam arayıp baya germişler adamı. O kadar da söyledik muhatabınız Murat Bey’dir diye… çalışmak isteyeceğini düşünüp, Mehmet Bey’le görüşmen dışında öğleden sonranı boş bıraktım… en azından bir raporla falan gitmen iyi olabilir. Benden bu kadar şimdilik…”
“Kerem nerede?”
“Bilmiyorum, gelmedi daha… sen iyi misin?”
“saçma sapan rüyalar gördüm yine… şu hastane işi olmasa hiç gelesim de yoktu… neyse arayan soran olursa odamdayım.”
“tamamdır… kafanı takmamaya çalış. Akşam konuşuruz olmazsa. Gideriz bir yerlere…”
Masasına oturdu. Bir sigara yaktı. Dalgın dalgın iki nefes çekti. Ayağa kalktı. Pencereden dışarı baktı... dolandı. Küçük toplantılar için duran yuvarlak masadaki sandalyelerden birine oturdu. Telefonu kurcalamaya başladı. Telefon ekranındaki İrem’in numarasına baktı… Bir an aramak geçtiyse de aklından, vazgeçti. Çantasını alıp dışarı çıktı.
“Hayırdır nereye?” dedi şebnem.
“içim çok sıkıldı. Köşedeki kafede bir şeyler atıştıracağım. Açılırım belki… Arayan olursa cebe yönlendirirsin.”
Hızlı adımlarla dışarı çıktı…
...
Son 45 dakikasıydı… Beş yıl önceki o rüyayı, rüya sabahını, kafeyi ve Deniz’le tanıştığı o günü hatırlarken… Hafızası sanki her zamankinden daha iyi çalışıyordu…Hayatının hep film şeridi gibi gözlerinin önünden geçeceğini zannediyordu. Ölümden bahseden bütün filmlerde böyle anlatılıyordu. Herkes gibi o da hayatının bir filme benzetilmesinden teselli bulacak, boşa yaşamamış olduğuna inanacaktı. Ama öyle olmadı…